Biraz manyak olduğu için görüşmeyi bıraktığım bir flörtümden birkaç gerçekten faydalı şey öğrenmiştim. Bunlardan biri de “paralysis by analysis” konseptiydi. İnsanların mükemmeliyetçilik maskesi altında çoğu zaman bir şeyleri yapmaktan kendilerini alıkoyduklarını söylemişti. Manyaktı evet ama zeki biriydi de. Sonuçta bozuk bir saat bile günde iki kez doğruyu gösteriyor.
Flörtümüzün sonunda, bana “bana çok iyi gelmiyorsun” demişti. Halbuki kendisi bana hiç iyi gelmiyordu. Ben de, “ben seni akıl sağlığımın üstünde konumlandırmıştım” demiştim. O da, “lütfen kimseyi akıl sağlığının üstünde konumlandırma tatlım” demişti. Orada da haklıydı. Böylece iki kez doğruyu söylemiş olmuştu ve kotasını doldurup hayatımdan çıkmıştı.
Neyse, konumuz bu değil. Konu artık analiz ederken paralize olmamaya çalışıyor olmam. Mesela en son newsletterımı yollayalı kaç ay oldu? Niye yenisi yazılıp yollanmadı? “Aman şöyle olsun, böyle kusursuz olsun” derken paralize oldum işte.
Baguettes & Baguettes etkinliğinde de benzer bir panik yaşadım ama sonra kendimi bütün bunları hatırlayarak toparladım. Şimdi de öyle yapıyorum. Ne olursa olsun, size bu newsletter’ı yolluyorum.
Aklımda birkaç konu var. Tabii ki “almak istediğim şeyler” başlığı olacak. Bir iki şiir, kitap, film paylaşırım sizinle. Ama abartmak istemiyorum konuları, çünkü sonra yine “yapamadım, olmadı” diyerek yarım bırakırım. İstemiyorum. Ne varsa o var bu sayının içinde. Misafir umduğunu değil, bulduğunu okur. Sonuçta free bir newsletter bu.
Utanmasam size fırça çekeceğim, sanki sizin yüzünüzden aylardır yazamıyormuşum gibi.
Sonra Doen’in GAP ile bir işbirliği yaptığını gördüm, acaba Türkiye’ye gelir mi diye araştırırken kendimi GAP’in websitesinde kıyafet bakarken buldum. Modelleri ve fiyatları çok beğendim. Bir ara fırsatım olursa GAP’e gidip aşağıdaki şortları denemek istiyorum. Bunları yazın üstüne sexy ve şık bluzlara, altına da vintage kitten heellar ile giymek istiyorum. Tercihen İtalya sahillerinde.

Massimo Dutti’nin şu deri örgü çantalarına bayılıyorum ama Massimo Dutti benim markam değil. Bana biraz sıkıcı kadın markası gibi geliyor. Hani tarz olmak isteyen, güzel kaliteli kıyafetler giymek isteyen ama çok da tarz olmayan kadınların markası gibi. Çünkü gerçekten tarz olsan bu markanın sattığı parçaları daha özgün yerlerden alıyor olursun diye düşünüyorum. Massimo Dutti biraz kestirme. Düz keten pantolonlar falan satıyor sonuçta. Bulursun onu. Git vintage bir keten pantolon al mesela.
Bunun başka bir örneği edgy/bohem gözükmek isteyen birinin Zadig & Voltaire giyinmesi gibi. Kurukafalı t-shirtler giyerek olmuyor ya o. Sandro ve Maje gibi markalar için de benzer hislerim var. Bir şey olmak isteyen ama aslında o şeyi benimseyememiş insanların markaları gibi. Çok haterlık yapıyorum şu anda, eminim okuyan birkaç kişinin sinirini bozuyorumdur ama beni anlayan da benimle hemfikir olacaktır diye düşünüyorum. Sanırım örneklerim pek iyi değil. Mesela bohem olmak isteyip Free People giymek gibi, gerçekten bohem olsan asla Free People’dan giyinmezsin. Bu daha iyi bir örnekti.
Bu arada alışveriş konusunda kafam aynı bu şekilde çalışıyor. Sezondan ya da AVM’den hiçbir şey alamıyorum çünkü alma fiilini kendime yakıştıramıyorum. Ama bu deri çantaları kendime yakıştırıyorum. Bu çantanın orijinali de Dragon Diffusion zaten, Massimo değil. O Vakko’da var. Ama o da vintage Fendi Baguette fiyatında. Bu yüzden onu alana kadar vintage daha özel bir şey alırım diyorum ve yine PARALYSIS BY ANALYSIS yaşanıyor. You see what I mean?
Geçenlerde ağlayıp zırlarken bir takipçim — bu kelimeyi kullanmak beni kendimden iğrendiriyor (kimim ki ben takipçim olsun?) — “Kendini daha iyi hissettiğin zaman minik bir Beyoğlu guide yazar mısın?” diye sordu. Ayıptır söylemesi, çok haklı bir talep bence. Çünkü ben, bence, çok güzel gezip yiyip içiyorum. Bugün biraz stream of consciousness modundayım. Bakalım bu sayede kaç kişi newsletter’ımdan unsubscribe edecek. Neyseee, aslında bu guide’ı hemen harcamak istemiyordum… ama Allah bilir bir sonraki newsletter’ı ben ne zaman yazarım? Hem her sayıya yeni yerler geldikçe ekleyebilirim zaten.
Daha güzel bir görsel hazırlamak isterdim ama paralize olmamak adına size basit bir tablo sunuyorum:
Yukarıdaki tabloyu incelediyseniz spora başladığımı görmüşsünüzdür! Yaklaşık bir aydır haftada 3-4 gün pilates dersi alıyorum. Aslında çocukken çok aktiftim ama uzun süredir sporla ilişkim kopuktu. Şimdi tekrar hareketli bir hayata dönmek beni çok iyi hissettirdi. Vücudumun sıkılaştığını, kaslandığımı görmek ve daha güçlü hissetmek çok hoşuma gidiyor. Hava güzelse spora yürüyerek gidiyorum—kafam boşalıyor, yol da iyi geliyor. Genel olarak akıl sağlığıma çok iyi geldiğini gözlemliyorum. Güçlenmekten keyif almak da vücudumun kaslı halini beğenmemi sağlıyor. Zayıf olmak istemiyorum, toned olmak istiyorum.

Tabii bu vesileyle bir de spor kıyafetlerine ilgi sardım. Spor da sonuçta bir sosyal aktivite ve bence güzel kombinleri hak ediyor. Instagram’da takip ettiğim biri vintage parçalarla spora gidiyordu—onu görünce “neden olmasın?” dedim. Zaten kişisel tarzımı askıya alacağım bir alan gibi gelmiyor bana spor; akşam yemeğine giderken nasıl kendi tarzımda giyiniyorsam, spora giderken de aynı özeni göstermek istiyorum. “Spora gidiyorum” diye Alo Yoga takımı giyecek bir kadın değilim ben (evet, kafamın içi bu kadar yargı dolu). Kombinlerimle yaptığım aktivitelerin birbirini desteklemesinden hoşlanıyorum. Mesela bilgisayar başında bir şeyler yapacaksam seksi gözlüklerimi takıp kalem etek giymeyi seviyorum, Bodrum’a gidiyorsam hemen nautical kombinlere sarıyorum. Sanırım kıyafetleri kendimi motive etmek için kullanıyorum.

Okay, bu kadar. Görselleri hazırlayana kadar canım çıktı ve beğenmemeye başladım, tehlikeli sularda yüzüyorum. Kendimi vazgeçirmemek adına daha fazla edit yapmasam çok iyi olur. Dedim ve hop bir tane daha yaptım. Never let them know your next move.

Bitirmek istiyorum burda newsletterı ama yeterince kültürel tid bit yok gibi hissediyorum. Bayadır kitap okumuyorum, güzel bir şeyler seyretmiyorum. Ne müze gezdim ne tiyatroya gittim. Bunalımdaydım ama belki newsletter vesilesiyle biraz genel kültürümü artıracak aktiviteler yaparım önümüzdeki günlerde. Laf olsun diye bir film tavsiyesi bırakıyorum: Josie and the Pussycats (2001). Filmdeki kostümler inanılmaz. Eğlenceli bir şeyler izleyerek kafa dağıtmak isteyeniniz varsa tavsiye ederim. OK BYE :)
(Kusuruma bakmayın, çok konudan konuya atladım, dönüp ilk paragrafı tekrardan okursanız niye bunu böyle yolladığımı görürsünüz)
Reading your newsletter feels like getting a message from my cooler, more stylish parallel universe self. Like you’re literally me but with way better fashion sense, cuter hot takes, and all the right words for the things I can never explain. I swear every time I read it, I’m like ‘yes!! this is exactly it.’ Love how you see the world , such a fun little escape every time.
🩷🩷🩷🩷🩷 hep gelsin